25 Mayıs 2011 Çarşamba

Hayriye Ünal'ın ''Aitsiz bir Mustafa - Mustafa Irgat'' yazısı

HAYRİYE ÜNAL
AİTSİZ BİR MUSTAFA - MUSTAFA IRGAT
Takip Mesafesi’nde ilk kez vefat etmiş bir şair yer alıyor. Mustafa Irgat (D.1950-Ö.1995). Bu kitabı özellikle tercih edişimin kitabın adıyla ilgisi var. Addaki o sözcük “ait’siz”. Bu sözcükle kurduğum yakınlığın verdiği peşin yargıyla açıyorum kitabın kapağını. Şaire teslim olan bir eleştirmen değilim. Ona ait sözcüklerle konuşmayacağım. Ancak eleştirimi metnin kurgusu üzerine yoğunlaştıracağım ve bunun zorunlu sonucu olarak başka alanlardaki düşünürlerden yararlanacağım; çünkü Mustafa Irgat’ın şiirleri, eleştirilerimde her zaman kullandığım “analitik okuma”ya yanıt vermeyecek türde bir tikellikler toplamı olarak var oluyor. Buna ölmüş olduğu için sadece metniyle süren bir konuşması olduğunu eklersek elimizdeki metin şairi de tamamıyla temsil etmeyi üstleniyor. “Ölüm, insanın en belirgin yokluğudur ve bu nedenle de yazı, ölüleri konuşturmanın en iyi yoludur.”[i] Onu konuşturmak veya onun yerine konuşmak değil amacım; aitsizliğini benimsiyor ve bu aitsizliğin şiirle ifadelendirilmesini çok önemsiyorum. Aitsizliğin bir dili var mıdır sahiden? Dilin sadakatsizliğine inanarak yine de o dille bir şeyi ortaya koymak nasıl bir imkânsızın kıyısında olmaktır? Irgat’ın, sınırlı sayıdaki söyleşilerinde bulunan bazı veriler de kendi metnine yaklaşımının bu olduğuna dair bir ipucu teşkil ediyor. Hemen bir örnekle açayım bunu.
Yavuz Tanyeli’nin sorusu çok önemli: “Arızalı sanat ile, sonsuzluk arasındaki bağlantısızlık, bir artık-enerji midir?”[ii] Soru arızayı, hatayı, yanılgıyı dünyevî olanın merkezine koyarak şiirin sonsuzlukla mistifiye edilmesini de sorguluyor. Fakat Irgat soruyu doğrudan yanıtlamaktan kaçınıyor. Udî Hırant Bey’in “Hastayım - -  yaşıyorum” şarkısını öne sürüyor bu yanıtta. Ve şiirinde geçen “Ben yüküyüm yeryüzünün” (s.68) Bu veriler yeterli benim için.
Aitsizliğin konuşulmaya değer bir boyutu melankoliyle yakından ilişkili oluşudur. Melankoli için Cioran “bu dünyaya ait olunmadığı duygusu” der. Bu “devasız bir sürgün ihsası”dır. Irgat o sınırda melodrama hiç yanaşmadan melankolinin dibine inmiştir. Aidiyetin ortadan kaldırdığı şey melankoli. Bu dünyada avunabilmeyi sağlayan en etkili uyuşturucu ise aidiyet, aidiyetin kendisine bulduğu sıcak yuva semiyotiğin en bilindik kalıplarıdır. Aidiyet; dilde yerleşir. Aidiyet; simgelerin ve göstergelerin yığıldığı yerlerde insanların bu dünyaya katlanmalarını sağlar. Bu katlanma birçok düzeyde insanı etiksizleştiren, soysuzlaştıran şeydir. Irgat yukarıda bahsi geçen sorunun yanıtında “karasevda”dan, “eksik beyin”den ve “psikotik söylem”den söz ediyor.
“Karasevda güneşi”; dilin melodrama yaklaşan her anına ışık düşürür. Ama o siyah bir ışıktır. Melodram başkasıyla ilişkinin başladığı-sürdüğü-üzdüğü-bittiği bir dünya içerisinde döner. İnsanlarası bir teselli ve kurtuluşun olabileceği imkânı üstüne kurulur. Melodram avunamayan birinin avunma arzusunu dışarı vurur. Kopuşla bile olsa aitliğin altını çizer. Melankoli ise başkalarının avutamayacağı, hiçkimsenin avutamayacağı bir yaratılışın köklü acısıdır. Aitsizin acısıdır. Karl Jaspers: “En son cevapları bulmuş olan artık ötekiyle konuşmaz” diyor. Cevapları bulmuş olan demek burada aslında cevabını bulunduğu zeminde/dünyada alamayacağını bilen de demektir bazen. Mustafa Irgat, sade bir öngörüyle insanların birbirleriyle hiçbir anlamda ortak olamayacaklarına kanaat getirmiştir.[iii] Şiirleri işte tam bu nedenle bir cevap aramayan, bu nedenle en baştan ilişkiye girmeyen şiirlerdir. Monad şiir diyebiliriz bu şiire. Kapıyı zorlayalım. Bir kapı icat etmemiz gerekiyor bunun için önce; çünkü monadların kapısı olmaz.
Oda ve mezarı birbirine karıştıran az sayıda şair var Türk şiirinde. Irgat’ı dikkatime sunan şey öncelikle bu (“burada karışmışsa oda mezarla ve sarılmışsa soluklar birbirine”). O ölmeden mezara girenlerden biri. “Bir efsane” olan “ben”ini kurmaya tenezzül etmeyişinin akla yakın ikinci sebebi bu olmalı. Kuramayış da olabilir; çünkü ötekinden gelecek teselliyi yoksaymış. Oysa ötekinin bedeni “ister dingin, ister hareket halinde olsun, (…) rengârenk bir trafik lambasıdır.”[iv] Buna inanabilirsek şayet.   
Kapakta Mithat Şen’in bir resminin olması benim “kendini kuramayış” fikrimi destekliyor. Mithat Şen’in görsellerinde de kurulamamak, kasıtlı kurulmamak söz konusudur. Bunun için Şen’in görselleri ile Irgat’ın dili arasında rahatça bakışımlılık olduğunu varsayabiliriz. “[K]orunaklılığı garip bir biçimde tekinsizleştirir Mithat Şen; bunu, imgesine yeni içerikler ekleyerek ve benzeşim ilkesini – modernizm sonrası imgelerin yapmaya çalıştığı üzere – şaşırtarak ve kendine yabancılaştırarak yapacağına, imgesini – bedeni – kendi gövdesinden bile yoksun bırakarak ve gövdesizliğe öykünerek yapar.”[v]
Irgat’ın şiirlerindeki “hasta ben” bir dili olanın bir şeye bağlanmaya başlayacağını ve bağlandıkça da gövdeleşeceğini bilir durur. Dil, çünkü, varlığın evidir ya, şu derin Alman’ın derin bulgusuyla. Oysa “gayb olsun bazen şu dilin mahzenleri” ister Irgat. Gövdesi istenmediğine göre gölgesi bile olmamalıdır insanın. Libido hiç devşirilmemelidir. Epsilon’u sezdirmek sıfıra yaklaşmaktır. Böylesi bir bakışla bir şiir kurma arzusu olası değildir. Irgat, şiirini kurmamak üzere yazmış, inşadan kaçarak, ifşaat veya itirafı da yeğlememiştir. Bunda karşısında yazgısına eşlik edebilecek bir muhatap görmüyor oluşu da etkilidir şüphesiz. Göremiyordu belki. Belki sahiden yoktu. Semih Kaplanoğlu’nun tanıklığına başvuralım: “Mustafa çok acılı bir hayat sürdü ve kendini bitiresiye yaşadı”[vi]Bu evre, insanî açıdan, zordur. Her türden zemin kaymaya başlar. “Yazı, yaşam ve an kaçtıklarında bir kalıntı olarak ortaya çıkmaktadır.”[vii]
Bir kalıntı olarak şiir bu kitapta nükseden bir hastalığın belirtisi. Bu hastalık bu kez aitsizliktir. Göçebe bir ruhun geçtiği yerlere bıraktığı işaretlerden ibaret bir şiir. Bir yere, bir topluluğa, bir fikre ait olmayan birinin bir fail olarak kurulması imkansız diyebilir miyiz? Ne bir suçtan uzak durma çabası, ne de suç arzusu. Arzu bu şiirde yönelememiş olarak kalır. Birikintidir arzu. Bu yüzden yüzeyi sürekli koyulaşır ve bulanır. Hiçbir “sen”le diyaloga girmez Irgat. Bir kişiye duyurmayı istediği bir gerçeği, can acısıyla başka herhangi biri duysun diye bir sesi, bir acıyı, bir deneyimi şiirleştirme gayreti yoktur. Onun tek gerçeği “ ‘o’ olan ölü” (s.55)dür. Kendisini bir “ben” olarak değil bir “o” olarak görebilmesi, sonrayı / sonu görebilme yetisi ile ilgilidir. Yaşam ve an sürekli kaçırılmakta, bellek bunu şiire belirgin sınırlar çizmeden çentiklemektedir. Onun kitabı mezar kitabesidir, kendisinin tümlemediği. Orada sadece “o”nun hikâyesi yer alır. Birileriyle yaşadığı bir maceranın, bir etkileşimin, bir ilişkinin, bir kopuşun vb. hikâyesi değil. O olan ölü, aynı zamanda kendisiyle arasındaki aşılmaz mesafeyi de gösterir. Irgat, kendine dokunamamaktadır. Zenon paradoksundaki mesafe gibi kendisiyle “o”nun arasındaki mesafe kapanmaz. Epsilon bu defa da  “Nefsin sünmüş maskesi”dir, minimize edilmiş bir nefsin.
Dünyada herhangi bir şey – bir kitap, bir anıt, bir nesne - tarafından temsil edilmektense mezartaşında bir üçüncü şahıs olmayı yeğlediğini anlıyoruz. Henüz yaşarken gördüğü o son, şiirde yaşamı kapatmayı ve yüksek entropik durumu getirmiştir: Ötekine dokunmak imkansızdır. Bunun Irgat’ın yaşam deneyimlerini kapsadığını iddia etmiyorum, ne münasebet; yalnızca şiirde ifadesini bulan deneyimin bu imkânsızlığın farkında kalarak yaratıldığını iddia ediyorum. Bu şiir yekpare bir deneyimden ibarettir ve bu insanın dokunulmazlığı üstünedir. Yüksek entropi Irgat’ın ben’ini içeriden kitlemiştir. Bütünde –mesela mevcut Ş i i r kavramında, bunun ifade ettiği büyük T i n de- bir yer kaplama, bir kimlik oluşturma isteğini en başta ketlemiştir; çünkü Kimlik aitsizdir. Onu en ufak bir yönelme –başkasına yönelme- aitlik tehlikesiyle karşı karşıya getirir. Bunun için şiirinde en küçük yönelme belirtisini karartarak görünmezleştirir. 
“Bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi,
Öfkemi bağırıyorum baskın getirilmiş işbu sevinçte,
Fakirlik içre öğreniyorum o gidilmesi gereken yeri.” (s. 63)
Merkezden kaçmıştır bir kerre (“Merkezden kaçtın bir kerre” s. 40)
–İzzet Yasar’la birlikte- Irgat’ın Ece Ayhan’ı anonimleştirdiği iddiaları var.[viii] Anonimleşme ve anonimleştirme önemli bir konu, ayrıca bu şairler dışında da tartışılmalı. Ancak Ece Ayhan’ın şiirlerinde yönelme baskındır. Ece Ayhan aidiyetini vurgulamasa bile, uyruk yaratmıştır, yani başkalarını kendisine ait kılmıştır. Kamburun, zayıfın, delinin ait olduğu bir şiir yaratmıştır. Irgat’ın dünyasında ise kendini bir şeye yurt edecek genişlik duygusu bulunmamaktadır. Muhtemel kabul gören şairleri “Majör şairler” (s.89) diyerek kendisinden dikkatle ayırır. “Onların gördüğü manzara beni korkutuyor” (s. 68)
Ece Ayhan, düşük de olsa nitelik vurgusu yapan bir şiire sahipti. Hatta “düşük” vasıfları ile diğerlerinden ayrılan insan kümeleri onun şiirinin karakteristiğiydi. Heterodoksisi ile yine de bir aidiyet kesbediyordu. Irgat’ın şiirinde kendisi dışında bir insanı tavsif eden bir özellik bulamayız. Temsil etmeyen ve temsil edilemeyen olmuştur. Onun şiirlerinde niteliksiz bir insanın belli belirsiz silüetini seçeriz.   
“Ne güçlü sarmışlar paçavralarla beni!
Üstümü başımı herkesler olayım diye ıssıza nakışlamışlar.” (s.68)
Onun üretmesinin önkoşulu gibidir bu bulanık nitelik, belirsizlik. “Yalnızca niteliksiz adam, kendine ait bir şeyi ya da özelliği olmayan bir varlık, öznesiz bir özne (kendinden yoksun, kendinden sürgün, kendinden olmuş bir özne) gerçekten üretken olabilir.”[ix] Irgat, bilinen anlamda bir öz / mânâ duygusundan yoksundur. Bir azlık, eksiklik, yetersizlik anlamında söylemiyorum bunu; dilin müstakil varlığını hissedebilmeye yönelik bir önlem olabilecek şeyden söz ediyorum. Böylelikle şiirlerini de sözcük düzeyinde muhtelif kılıyor. Fakat hiçbir şiiri diğerinden ayıracak bir ihtilafa meydan vermiyor.  “[H]addeden çekilip ateşe atılan bir yağmur altında cenahsız” (s.32) –cenahsız çünkü yönelmiyordu-, özgür fakat çıkış’ı aramayan, benliklerinden feragat etmiş parçacıkların poetikasıdır bu poetika.


[i] Florence Dupont, Edebiyatın Yaratılışı, çev. Necmettin Sevil (İstanbul: Ayrıntı y.,2001), s.312.
[ii] Mustafa Irgat, Ait’siz Kimlik Kitabı içinde Atış Serbest Bir Soruşturma” (İstanbul: YKY, 1994). Irgat’ın tek şiir kitabı olan Ait’siz Kimlik Kitabı sonunda iki söyleşi yer alıyor. Bu yazının içinde sayfa numaraları ile birlikte verilen alıntılar bu kitaptandır. Irgat hakkında çeşitli kaynakçaların da sunulduğu sivil bir weblog: http://mustafairgat.blogspot.com Buradan şair hakkında diğer yazıların künyesine ulaşılabilir.
[iii] Kitap sonundaki “melez yanıt”ta “Özel mülkiyet ilişkilerinin egemen olduğu bir düzende, insan kardeşlerin ortak oldukları tek şey (“proce”) ana karnıdır, gibime geliyor” (s.83).
[iv] Ortega y Gasset, İnsan ve “Herkes”, çev. Neyire Gül Işık (İstanbul: Metis y., 2. bas. 1999), s.101.
[v] Zeynep Sayın, Mithat Şen ve Bedenyazısı (İstanbul: Kaknüs y., 1999), s.47.
[vii] Dupont, a.g.e., s.313.
[viii] Bülent Keçeli, Karagöz’de bahsetmiş. “Çağrılmayan Kuşak”, sayı 9. Sinan Ulakcı, “Şiiri Anonimleştirmek”, Ücra, sayı 38. Irgat’ın Ece Ayhan’la ilgisi sıklıkla yazılıp çizilmiş. Buna derinlemesine girmek istemiyorum bu yazıda. Ücra dergisine verdiği bir yanıtta İlhan Berk “biri varıyazarken, o yoku kazar” demiş (“İlhan Berk ile Sorgusual’siz”, atölye 18, Ekim- 2004) Benim için de bu ilişkiye dair nihai cümle budur.
[ix] Philippe Lacoue-Labarthe’den akt. Sayın, a.g.e., s.51.

Hece Dergisi 173, Takip Mesafesinden, (Murat Üstübal'a teşekkürler).