23 Aralık 2011 Cuma

Değinilere Ekler

Ahmet Soner, Özgür Gündem'de yazmış (8.10.2011):

Onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum. 7 Ekim 1973 Pazar günüydü. O sıralar Zonguldak’ta askerlik görevi yapıyordum. On gün izin alıp İstanbul’a gelmiştim. Bir arkadaşla Çiçek Pasajı’nda oturuyorduk. Bir ara Mustafa Irgat’ı gördüm. Yanında sakallı, tombul yüzlü ve sessiz bir delikanlı vardı, bizi tanıştırdı: İzzet Yasar’mış adı. “Kenar Süsleri” adlı şiiri Yeni Dergi’de o yıl içinde yayımlanmıştı.

[http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=22295&haberBaslik=S%C4%B1k%C4%B1%20%C5%9Eiir&action=haber_detay&module=nuce]


***

İsmet Berkan, Hürriyet'te, Seyhan Erözçelik'in ölümü üzerine:

ÖNCEKİ sabah bir arkadaş telefonuyla öğrendim Seyhan’ı, Seyhan Erözçelik’i kaybetmiştik.

Midemin ve göğsümün üstüne koca bir kaya oturdu: Seyhan, artık yok!

Nedense gözümün önüne gelen ilk resim, bir başka ölmüş arkadaşımız olan Mustafa Irgat’la birlikte Seyhan’ın sabahın beşinde ellerde yarısı içilmiş rakı kadehleriyle benim evimin kapısınadayanmaları ve Seyhan’ın hep yaptığı gibi bağıra bağıra Lili Marlene şarkısını söylemesi oldu.

Bir süre sık sık sabahın o vaktinde bana geldiler, rakılarına devam ettiler. Sonra kapıyı açmazoldum, çünkü sabah olunca da gitmiyorlardı. Bir şiirinde, ‘Martılar Cihangir’in sokak köpekleridir’ demişti Seyhan. Cihangir’deki evimin terasınadadanan martılara bakıp bakıp bu dizeyi söylerdi. 

Yanlış hatırlamıyorsam o şiir, ‘Jetler Türk Hava Kuvvetleridir’ diye sürerdi. Şu tesadüfe bakın,Seyhan’ın öldüğü gün jetler yine İstanbul ve Cihangir semalarında gürültü yapıyordu. En son birkaç hafta önce telefon etti. Yeni kitabı çıkıyordu, ‘Bunu mutlaka yaz’ dedi, hiç öyleşeyler istememişti daha önce. Sonra bir ortak arkadaşımızı çekiştirdik, sonra bir başkasını, birbaşkasını...

Nihayet telefonu, ‘Yahu bi oturalım rakı içelim’ temennisiyle kapatmayı başardık. Yarım saattir konuşuyorduk. Sürekli kızacak, hatta öfkelenecek bir şeyleri olurdu ama öfkeleri kalıcı değildi. Bana da çok kızardı, hep o arıyor, ben onu aramıyorum diye, Facebook’taki laf atmalarına cevap vermiyorumdiye, sakal bıraktım diye, bilmem neyi yazdım diye...

Şimdi de ben ona kızıyorum, öldü gitti diye. Eğer gerçekten Nilgün’le, Mustafa’yla buluşup konuşacağı hatta rakı içeceği bir yer varsa ve Seyhan oraya gittiyse, ne mutlu ona, ne acı biz geride kalanlara.


[http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/18581323.asp]

21 Ağustos 2011 Pazar

Mustafa Irgat'tan gönderilmemiş bir mektup

Ahmet Güntan'ın blogundan

''Askere gönderilmemiş mektup, Mustafa Irgat'ın terekesinden.''



14 Ağustos 2011 Pazar

''Küller ve Elmas, Polonya Sineması ve Wajda'' Gündem Gazetesi, 30 Ekim 1992

Resmin üzerine tıklayın, en alt sütun.


---
Eren Barış'a teşekkürler.

26 Temmuz 2011 Salı

Mustafa Irgat - Adalet Yerini Bulur

ADALET YERİNİ BULUR

"Efendilik kimde kalsın?"

Köpeklerin yalnız başına eşinmesinde
cümlesi hemen, demi anlaşılmayan ülke

redifli itirafını batırdı rastlansal:
Tekneleri tekneme çarpıp açılan liman

size sonsuz kıvançlar sunarım, darağacı
bize, ele-avuca sığmaz tekmeler, ki ne.

Bitik, bu akşamı camgöbeği kardeş ölü.
Ayağa kaldırılsın, gencinize göz kırpsın.

Vezir, virgülü nereye koymasını bilir.
Hangi kanat, kuşsuz tabak, uçan ölü örtü.

Sandıkları kadar üstü çizili insan var.

Mustafa Irgat 

19 Temmuz 2011 Salı

''Sonu Zor'' Çıktı!

Mustafa'nın evrak-ı metrukesinden Ahmet Güntan'ın derlediği şiirler ''Sonu Zor'' cuma günü (22.7) raflarda!




Mustafa Irgat (1950-1995) ardında kucak dolusu dosya bırakmıştı. 
Ahmet Güntan o dosyalardan bu kitabı çıkardı.

Çok mazo ki sözünü etmek istemem.
Şerefiye vergisi niye insanlara nereli olduğunu soruyorsunuz?
Uzak gözlüklü Beyoğluluyum,
Bir de Bomonti’de EC’nin kar yağan balkonuyum.
Yoksul değilim ama başa gelmiş bu yoksulluk çekilmiyor!
Sana istersen getireyim göğsüme değen numune bir falçatayı.


YKY, Kare Şiir serisi, 144 sayfa

11 Temmuz 2011 Pazartesi

İzzet Yasar'dan SEFEROĞLUNDA MUCİZE


SEFEROĞLUNDA MUCİZE

- Merlyn Solakhan'a -

hayde moustapha ergath
seninle bir film çekelim:

teknoloji müsait bol mucize olsun içinde
mesela gökten zümrüt insin başında
tazıların çektiği kanatlı bir arabayla
prens adasına seferoğlunun rıhtımına
merlyn'in filmindeki rol arkadaşımız
söndükten sonra bile gözlerimize dolan huzme kız
üstünde yine beyaz elbisesi olsun
bize gene çekim mi var diye sorsun
evet diyelim geç kameranın karşısına
bu sefer seferoğlunda mucizede oynuyorsun

bütün kalbi kırıklar rıhtıma dolsun
günsür öbür şiirde vardı buna da girsin
sincabını kaybetmiş çocuk gibi kameraya baksın
kâzım onun hikâyesinden çıksın
kendini bir buluta assın
salihin gözlerinden abasıyanık balıkları geçsin
sahilden komünizm tehlikesi geçsin
salih kör talih deyip iskeleyi yaksın
leonard cohen yanık iskeleye yatıyla yanaşsın
zümrüt için söylemeye başlasın 

ince, yeşil bir mum yaktım
seni kıskandırmak için
ama sivrisinekler bastı odayı
duymuşlar vücudumun serbest kaldığını
ben de aldım bir uzun
uykusuz gecenin tozunu
koydum küçücük kundurana
itiraf ettim sonra sana
dünyaya karşı giydiğin
elbiseni yırtan bendim

kalbimi gösterdim doktora
bırak git dedi bana
sonra yazıp kendine bir reçete
-senin adın vardı içinde-
kapandı bir kitaplık rafına
balayımızın girdi çıktısıyla
hemşireden alıyorum da haberini
git gide kötüleşiyormuş hali
meslekî hayatı mahvolmuş adamın 

duydum ki bir ermiş, o da seni sevmiş
bütün gece irşad oldum tekkesinde
meğer sevdalıların görevi
bozup karartmakmış altın kuralı
tam ben inanmışken
derslerinin saflığına
nehre attı kendini
bedeni gitti
ama burda kıyıda
ruhu devam ediyor maskaralıklarına

eskimonun biri film gösterdi bana
senin filmin, geçenlerde çekmiş
titremeden duramıyordu garibim
dudakları, parmakları mosmor olmuş
sanırım donmuş
rüzgâr elbiseni uçurduğunda
bir daha da sıcak nedir bilmemiş
ama öyle güzel duruyorsun ki orda
içinde kar fırtınanın
n'olur bırak gireyim içine fırtınanın
  
gözlerimizi kurulayalım
babayı alkışlarla uğurlayalım
sonra istersen bir flashback yapalım
seninle geceyarısı beyoğluna çıkalım
eli sopalı heriflere bağıralım
dokunmayın ulan ibnelere
onlar kovalasın biz kaçalım
kendimizi eve dar atalım
üst üste beş kere seyredelim miracolo a milano'yu
gün ağarsın şiir hanım şişeleri saklasın
seçkin yatın artık oğlum öleceksiniz diye bağırsın

mucize rıhtımdan vatan sathına yayılsın
krepen pasajı yeniden yapılsın
osmanlı imparatorluğu yeniden kurulsun
yönetim şekli demokratik meşrutiyet olsun
padişah dolmabahçede taç giysin
mustafa selanikli kabineyi kursun
güneşin doğduğu yerde yetmiş iki dil konuşulsun
sokak tabelalarından katil adları silinsin

sonunda eşek balthazar çerçeveye girsin
hepimizi kurtarmak için cızlamı çeksin
makara takılsın pelikül yansın film bitsin

Not: One of us cannot be wrong'un çevirisinde Gül Evrin'in emeği vardır.

İzzet Yasar

8 Temmuz 2011 Cuma

TEKerLEME'den sahneler

Merlyn Ecer ve İzzet Yasar vesilesiyle TEKerLEME'yi yakında internete koyacağız.



Görünme Sırasıyla Oyuncular:
Ayşe Şiir Öke
Mustafa Irgat
Zümrüt Pekin
Mustafa Kemal Ağaoğlu [mim kaf agayef]
Haldun İleri
Hakkı Mısırlıoğlu [Ajans Ultra'nın sahibi]
Hülya Olca
Mehmet Güreli
Dikna Erden
Simruy Tüzün
İzzet Yasar
Erdal Taşcıoğlu

Kamera: Martin Manz
Ses: Manfred Blank, Thomas Balkenhol
Miksaj: Margit Eschenbach
Kanun: Bülent Tezcanlı
Dialog: İzzet Yasar

Montaj ve Yönetim: Merlin Ecer

Yapım Yönetmeni: Joachim Rothe

Yapım: DFFB 1985 [Merlin Ecer'in Berlin Film Akademisi bitirme tezi]

''Ajans Ultra, Salih Ecer, Seçkin Yasar ve Yılmaz Solakhan'a teşekkür ederim.''







''Okuma parçası bir kentin üstünde kara güvercinler uçuşuyor.'' Ece Ayhan, Usta İşi 



Enayilik. En büyük nimet.

















İzzet Yaşar mı?
- Yasar





''Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam
Sana uzun heceli bir kent vereceğim'' Ece Ayhan, Zambaklı Padişah




Macbeth'den (Selahattin Eyüboğlu çevirisi, 67) ''Türk burnu, Tatar dudağı''


***



11 Haziran 2011 Cumartesi

Mustafa Irgat BİLAR'daki Deleuze Seminerlerinde (1991)

Ali Akay’ın Birleşmeyen Sentez kitabının içinde ve Plato Güncel Sanat Dergisi-4’te  (Nisan-Mayıs 2006) Nusret Polat ile yaptığı söyleşiden:

Aziz Nesin’in kurmuş olduğu BİLAR’a, bu alternatif üniversitedeki derslere, İskender Savaşır beni çağırmıştı, 1991 yılında; orada önce bir postmodernizm semineri, daha sonra bir Gilles Deleuze ve Guattari semineri yapmıştım. Ahmet Soysal’ı beraber yapalım diye çağırmıştım, çünkü Ahmet Soysal’ın da bir Deleuze meraklısı olduğunu biliyordum, henüz tanımıyordum onu fakat daha sonra öğrendiğim kadarıyla Deleuze’ün küçük bir metnini Beyaz dergisinde çevirmiş ve biz Deleuze’ün iki takipçisi olarak o sırada bu seminerleri yapmıştık. Derslere gelenler arasında Ece Ayhan, Yaşar Çabuklu, rahmetli Mustafa Irgat vb. vardı. Ece Ayhan’ın çok dikkatli bir dinleyici ve okuyucu olduğunu hatırlıyorum; “postmodern kavramını sen öbürleri gibi kullanmıyorsun, sen postmodernin modernden önce değil sonra olduğunu söylüyorsun” gibi çok az insanın dikkat etmiş olduğu çok önemli bir tespiti söylemişti bana.

---
Murat Üstübal'a teşekkürler.

9 Haziran 2011 Perşembe

Mustafa Irgat - ''Get Lan!'' (Defter, Kasım 1990)

Mustafa Irgat'ın Yılmaz Güney'in Umut'u üzerine yazdığı yazı, Defter'den

İNDİR


Sombahar'dan Mustafa Irgat'a Son Vazife

Sombahar dergisinin Mart-Nisan '95 sayısında, Mustafa'nın Çentik şiiri şaire vefa niyetiyle basılmış.

İNDİR


8 Haziran 2011 Çarşamba

Bülent Keçeli'den ''Şiir Devletin Değil Şairlerin Dağarcığındadır''

Şiir Devletin Değil Şairlerin Dağarcığındadır
Bülent Keçeli
Bir kısır döngünün içeriğinde yaşarız devletle, bazen şairler de bu kısır döngüye dahil olabilir. Günümüzde çokça dahil olmuşlardır. Şiirin muhafazakârlaşması, yerinde sayması, bir ilericilik sancısını taşımaması “şiirin devletleşmesi” sorununu doğurmuştur. Şairlerin devletin bir elemanı kılınmaya çalışılması, merkezileştirilmesi bir sorun olarak yamacımızda durur. Devlet merkezileştirme aygıtlarıyla ki bu aygıtlar organizasyonu görünmez kılan da aygıtlardır, bazı zihinsel manevraların etkisiyle şairleri etkisi altına alır. Şairin bir bağı yoktur görünümde, oysa eklemlerinden bağlanmıştır devlet aygıtının kollarına, işte burada sağlıklı bir okuma yapmak ne kadar mümkündür ona bakmamız gerekiyor.
Devletin aygıtları çoktur; ama belirsiz değildir. Bu çokluk dağıtılmış olsa da hiyerarşi nedeniyle çalışma düzeni belli olduğundan şairlerin bu sisteme doğallıkla ayak uydurması zordur. Şair radikal atom gibi dolanmak ister sistemin içeriğinde, dolaşım serbest olmalıdır. Kıstırılmak istenen istekleri dinlenmeyen diyebiliriz ki şairlerdir. Devlet kendi organizasyonunu ileriye taşımak, korumak ve tarihsel kılmak ister, akıla dayandırarak elbette, şairin akılla işi bilindik uygulama şeklinde değildir. Organizasyon akıl dışında olduğundan şairi kabul etmez, merkez oluşturarak kendisinin “aurasında” taşımak ister şairi. Şair için burdan kaçış kaçınılmazdır. Devlet ayrıca bilindik sistemini çok çabuk değiştirecek sistematiğe göre kurgulanmamıştır. Sistemini kalıcı ve kılıcı işletir. Şairse ona karşı koymak içgüdüsüyle doludur. Bu etki-tepki meselesini ister istemez doğurur. Şairle devlet arasında bir mesele vardır kısacası. Mesele çözülebilecek veya uzlaşabilecek bir mesele değildir.
Mustafa Irgat Şiirinde
Devlet Zihnine Karşılık Ters İmge
Şiirin devletten yana bir tavrı olamaz sistem karşıtıdır o. Devlet her şeyi yerli yerine oturtmak isterken şiiri de belirlediği yere doğru sürüklemek ister. Sürüklenmede bu akıntıya karşı çıkan şairlerden biridir Mustafa Irgat. Şair zihnini çalıştırarak devletin dağarcığını zorlar, galip gelemez ki kesin yenilir; fakat zayiatı verir. Zayiat akla dair zayiatlardandır. Modern dünyada her şeyin karşılığı akıl olagelirken ki bu devlette de böyledir. Mustafa Irgat gibi bir şairde bu aklın üstüne çıkmayı gerektirir. Her şeyi çözen modern dünyanın aklı Mustafa Irgat şiirinde yer alan dize kurulumları ve imge seçimleriyle devlet aklının üstünde kalır. Böylece şair umursamazlık belirliliğine atılır devlet tarafından, onu bilinmez ve görünmez bir yere aktarmaktır devletin aklı oysa, ifade! oluşmuş devrim provası gerçekleşmiştir.
Ailesi de devletin ailesi olan Irgat (Mina Urgan ve Cahit Irgat’ın çocukları) Anadolulu olamama sancısını her zaman içinde taşımıştır. İkinci Yeniden taşıdığı şiirsel anlatımın “nasıllığında neyi” anlatmıştır aslında, ne dediğimiz şiirin kelimeye dayanan yapısının, daha doğrusu devrimsel yapısının devinim kazanan yönünü çözmesidir. Bunun karşılığında yalnızlık kalır şaire, şiirsel yalnızlık zira “İkinci Yeni” ve Ece Ayhan’dan aldığı bayrağı modern bir kabulde taşımaz, taşıyamaz. Sinemaya inancını sorgular şiirle, sinemanın uzlaşan yanlarını sorgular, projelere inanmaz, moderne inanmaz aslında. Kurucu felsefeye inanmaz, bu anarşist bir inanmazlık maskesinde değildir. Popüler de kılınmaz bu mantıkta şair, pek umurunda da değildir zaten. İntibak etmez, iştirak etmez, tam şiir kimliğidir bu katıksız, durum devletin istediği bir profil değildir. Şair kimliği intibak etmezken şiir bir adım önde davranır ve şairi asıl sürükleyen şiiridir.
Şiirin bir ara yüzü yoktur. Direk davranır ve bir devrimci edasından çok, devrimin ruhunu yansıtır. Bir devrimci prototipi arayanlar yanılır, geniş zamanlara yayılmış devrimcidir.
Ücra şair ve yazarı Sinan Ulakcı’nın deyimiyle Ece Ayhan’ı anonimleştiren bir şairdir, onu şiir tarihine mal edendir. Ece Ayhan’ı sanat tarihine ve şiir tarihine mal edendir. Mustafa Irgat şiiri ortaya çıkmasaydı Ece Ayhan hâlâ belirsizliğini sürdürecekti. Mustafa Irgat belirsizlik bayrağını eline almıştır. Belirsizlik denen şey aslında imge adına gerçekleştirilen bir devrimdir. Ece Ayhan’ın belirsizliğini sürdürmesi demek İkinci Yeninin öncü vasfını zedeleyecek bir durumunda ortaya çıkmasına neden olacaktı. İkinci Yeni hesaplaşması daha da gecikecekti. Mustafa Irgat bu yönüyle “ikibinci yeninin” de önünü açmıştır.
Murat Üstübal Şiirinde Devlet Tarihselliğinin
Monotopik İlkelliğini Çözüş
İkibinlerin canlı şairlerindendir Murat Üstübal, teknik yanı kuvvetli bir can vermiştir şiire. Devletin popüler kılamayacağı, bunu denemeyeceği bir şairdir. Devlet popüler kılıp merkezileştiremeyeceği şairi çıkmaz kılar ve onu sistem dışı ilân eder, bunu ayrıca deklare etmez. Bu yönüyle devlet tarihine de katmak istemez bu tür sistem dışı davranan şairi, ne kadar merkezileşirse o kadar yaklaştırır. Bilinç içi tanımaz şairi, bilinç dışı tanımlar ve bunun üstünde dilediğinde resmileştirir, dilediğinde gayri resmî kılma ise gerçek şiir tarihinin alanındadır, gayri resmî kılma tarih yazımının gayri resmî alanında gerçekleşir.
Böyle bir şiirin içeriğini yaratmıştır, Murat Üstübal. Gramatiği iyi bilmesi ve çözmesi aslında resmî tarih söyleminin de çözülmesi aşamasıdır ayrıca. Üstünkörü her incelemede klâsik şiir tarihi açısından bakıldığında, kaba, çıkımsız bir dil üzerine inşa edildiği düşünülen bir şiirsellikle karşılaşılabilir. Fakat resmî tarih söyleminin devlet egemen söylemi açısından bakıldığında, fark edilecek şey bu egemen söyleme düpedüz kafa tutan ve onu saymayan bir dil söylemiyle, aslında inşasıyla karşı karşıya olduğumuzdur. Özellikle modern dünyanın devleti açıkta, kuşkuda hiçbir yapı bırakmamak isterken Murat Üstübal şiirinde her şeyi kuşkuya taşımak zorunda kalır.
Söyleme karşı çıkmak, yani tarihe karşı çıkmak, devletin en önemli enstrümanlarından birine karşı çıkmaktır. Devletin ve onun yerleşikliğinin manzumesi tarihsel söylem lafzına karşı dil üretmek bir anlamda hiçlik - yokluk karşıtlığını mistik anlamda direnç noktası ilân etmektir.
Bu anlamda Murat Üstübal şiirinde egemen söylemin tavrı, çürütülmek maksadıyla dil oluşturulur. Kuşku şiirsel söylemin de modernden payını, hissesini almasıdır. Murat Üstübal şiirinde bununla karşılaşmayan sistem (devlet) şiiri bir şekilde egemen söyleme inceletmek de istemez. Aslında bu incelemenin yeterli olmayacağını da bildiği için boş geçer. Boş geçilen her aşamada bu tür şiirsel yapıların söyleme zayiat verdiği tarihsel söylemin içinin boşalmasıyla anlaşılır. Şiirin inceleme aşamalarının her biri bir resmî söylem basamağını iptal etmesiyle sonuçlanabilir.
Bu iki şairinde şiirsel okumalarıyla devletin resmî söyleminin boşa düştüğü, zamanla pörsüyeceği başka bir yazının konusu olmayı derinden hak ediyor.
(Karagöz, sayı 13, Ekim-Kasım-Aralık 2010)

Murat Üstübal'a yazıyı ulaştırdığı için teşekkür ederiz.

3 Haziran 2011 Cuma

Semih Kaplanoğlu'nun Son Dönem Röportajlarından



Biz onları görmedik. Fakat eserlerine baktığımızda Ece Ayhan’ın ve Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerindeki şekil ile muhteva arasındaki paralellik bizi cezbediyor. Belki de anlatmaya çalıştığınız o büyüdür.
Aynen o. Önemli olan da o. Sonuçta, tabi ki tutarlı olması gerekmiyor. Bambaşka bir hayat yaşayıp bambaşka bir şiir yazabilir. Ama tanıklık…
Tanık olarak soruyorum ben zaten.
Şahitliğin bana getirdiği durumlardan bahsediyorum. Ece Ayhan, 1982’den ölümüne kadar arkadaşlık yaptığım bir insandı. Aynı evi paylaştığımız zamanlar oldu. Onun kavgacılığını benle olsun, Mustafa Irgat’la olsun belli insanlarla arkadaşlıklarında biz görmedik.  Kavgacılığı elbette var. Onun çok fazla eleştirdiği bir şeyi yaparsan kavga çıkartır. Mesela Mustafa Irgat’ı daha doğru bir hayat yaşaması için uyarırdı.  Sen bu uyarıdan bir kavga çıkartırsan çıkartırsın. Ece, hem yaşadığı günlerin nabzını tutan hem de tarihe şiirin keskinliğini ve kronolojisini de kırarak uygulayan Türkiye’deki güç ve iktidar mevkilerini tarihselliğini görebilen şiiri de buna bağlı olarak kurup güncel hayata sızabilen. Gündelik hayattan bir şeyi tarihin içine yerleştirip yeniden bir tarih yorumu yapabilen çok önemli bir şair. Tarihselliği bu şekilde konumlaması önemli.


İzmir’den İstanbul’a ilk geldiğinizde enteresan bir ev hayatınız olmuş. Mustafa Irgat’la beraber oturmuşsunuz... 
Evet, Mustafa Irgat ve Ece Ayhan. Yazları Ece bey Gümüşlük’te çadır kurardı. Mülksüz bir adamdı, bir daktilosu, bir çadırı vardı. Kışları da, birilerinin evinde boş bir yer varsa orada kalırdı. Mustafa bir ev tutmuştu Cihangir’de, onu paylaşalım dedik. Bir oda Mustafa’nın, bir oda benim, bir tane de salonu var, Ece Ayhan da o salonda yaşıyordu. Ve ekonomik zorluklardan dolayı o apartmanın kaloriferleri yanmıyordu, Ece bey galerileri geziyordu sıcak diye. Onlardan çok şey öğrendim ben. Ve onlar aracılığıyla İlhan Berk’ten, genç şairler gelirdi sonra Haydar Ergülen, Nilgün Marmara, orada büyük bir cemaat halinde yaşanıyordu. Şimdi çoğu hayatta değil ama her filmimde onları bir şekilde anmaya çalışıyorum.

Erol Akyavaş'la, Ece Ayhan'la, Mustafa Irgat'la bu söyleşi sayesinde tekrar buluştum bir de! Onları tekrar andım. Bütün o insanların benim hayatıma nasıl etki ettiklerini ancak şimdi görebiliyorum. Yoksa onlardan ne aldığımı, bendeki tesirlerinin nasıl ve nereden olduğunu yaşarken anlayamazdım tabii ki. Şimdi fark ediyorum ve minnetle anıyorum hepsini.


İzzet Yasar'ın Kadir Aydemir Röportajından

Röportajın tamamı için

...

Pek çok insanın (okur ya da yazarın) bilmediği, akıllarına bile gelmeyecek sözcükleri şiirlerinizle dolanıma alıyorsunuz. Bu ilgi ne zaman, nereden başladı sizde, dilinize bu sözcükler nasıl yapıştı?
Ben bunu önce Mustafa Irgat’ta gördüm. Onun yüzlerce sözlüğü (tarama, argo, mitolojik vs.) didikleyerek nasıl ciddi bir şekilde – adeta bir mühendis gibi- şiir çalıştığını gördüm. Ve böyle bir çalışmanın şiire neler kazandırabileceğini gördüm. Tıpkı, bir bestecinin aradığı notayı bulması gibi, aradığınız bir kelimeyi herhangi bir sözlükte bulabilirsiniz. “Şiir kelimelerle yazılır” diyen Mallarmé de böyle çalışırdı şiire. Ayrıca, bu yöntem, bana saldırgan ve müstehcen olma imkânını da veriyor. Özellikle yakın tarihimiz bence müstehcen bir tarihtir. Ve onu kurcalarken benim de müstehcen ve muzır olmak hoşuma gidiyor. Yani bu kelimeler benim bu oyunu oynamamı kolaylaştırıyor aynı zamanda. İnsanları bu yolla rahatsız etmek istiyorum. Çünkü insanlar fazla rahat! Rahatsız edilmeleri gerekiyor…
...
İlhan Berk sizin şiiriniz için “Bir başına, kapalı, çetin, lanetli bir şiiri sürdürüyor” diyor. Lanetli bir şiir mi sizin şiiriniz, öyle ise, şiirinizi lanetli yapan şeyler neler?
Bunu bir başıma sürdürmüyorum; Mustafa Irgat’la beraber sürdürüyorum, Ece Ayhan’la beraber sürdürüyorum. Lanetli olup olmadığını da bilmiyorum şiirimin. Sanırım, Rimbaud için kullanılmıştı lanetli şair tanımı. Rimbaud zaten kendi kendini lanetlemişti metinlerinde… Sonra da hayatında…

Mustafa Irgat - Gerçeklik ve Dolaysız Sinema (Antonioni İçin)

Gerçeklik ve Dolaysız Sinema
(Antonioni İçin)


[sf. 48]

Kimi sinemacılara göre, bir kilit deliğinin arkasına gizlenmiş olan kamera (alıcı), kaydedebildiği kadarını kaydeden geveze bir gözdür. Bize göreyse (buradaki "biz" giderek "ben'' kılınacaktır), kamera bir bakıştır ya da bir bakış olmalıdır, olmaya çalışmalıdır (Bkz. Defter Sayı 14. 1990) [1]. Hadi diyelim ki, sinemada göz mercektir. Peki, ya kaydedilmeyenler? Deliğin (merceğin) sınırları dışında olan bitenler? Delik yetmeyebilir: On, yüz, iki yüz delik açın; bir o kadar da kamera yerleştirin ve kilometrelerce boş film çekin. Elde edeceğiniz şudur: Bir olayın esas görünümlerinin yanı sıra, onun ikincil derecede önem taşıyan, saçma ya da gülünç görününtülerinin de toplandığı dağ gibi bir malzeme yığını... İşiniz, bu malzemeyi seçerek ayıklamak ve kısaltarak yoğunlaştırmak olacaktır. Ama hakiki olay, ayıklamaya başladığınız görünümleri de içeriyordu (kapsıyordu); kendine has kusurları; konu fazlalığı vardı. Oysa seçerek kısaltmakla, hakiki olayı bozuyorsunuz. Bir başka deyişle, onu yorumluyorsunuz. Kadim Mesele. İşte bu noktada sözü Michelangelo Antonioni'ye bırakalım: "Hayat ne basittir, ne de her zaman anlamakla kavranabilir. Ve bir bilim olarak kararlaştırılmış tarih bile, onu bütünüyle açıklayamıyor: Tarihten bir sanat gerçekleştiren bir tarihçiyle (Strachey), tarihten nefret eden bir şairin (Valery) farklı yollardan geçerek vardıkları bir sonuç bu." [sf. 49]

Hem zaten, kimi omuz çekimlerinin kurgudaki düzenlerini değiştirerek, onların anlamlarını da değiştiren Kuleşov'un deneyleri iyi biliniyor: Bir tas çorbaya gülümseyerek bakan adamın iştahı kabarmıştır. Aynı adam, aynı gülümsemeyle ölmüş bir kadına bakarsa, köpeksinin tekidir (Bkz. Nijat Özön: Sinema Terimleri Sözıüğü, Sayfa 188). Öyleyse, o kilit deliği, ikiyüz kamera, dağ gibi yığılmış malzeme neyin nesidir. 1960'lı yılların ortasında, Antonioni'ye göre İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nden türemiş bu tarz sinemaya "Dolaysız sinema" deniyor.

Bu yazıda, sorunumuz, "Dolaysız sinema"ya karşı çıkmak ya da ondan yana olmak değil elbet. Üstelik, hangi "Dolaysız sinema"? Birçok açıdan, Lumiere ve Melies de; Vertof ve Ayzenştayn da; Rouch, Godard Cassavetes vs. de zaman zaman "Dolaysız" sayılabilir (bu çetrefil olguyu, ilerideki yazılarımızda açımlamaya çalışırız belki). Söylemek istediğimizi şöyle özetleyelim: "Dolaysız sinema"yı özgül sanan ve bu yüzden de yanılsama içinde olan bir kesim sinernacı ya da sinernacı adayı hala mevcut. Ayrıca bu kimseler, bu akımı savunurken, onu mutlak nesnellikle kurumsallaştırıyorlar. Kafada tasarımladıkları aletin, ancak bir sibernetik merkezindeki, gözlemleyen ve betimleyen eşsiz bir makine olabileceğini belirtelim. Ama şu olgu da açık ve yadsınamaz: Bu makine bile bir programa gereksinme duyacaktır. Böylelikle makine sayısız davranışı üstlenebilir: Yalın bir biçimde tasviri olabilir; etik bir tarzda evrim gösterebilir; ya da, bir yandan estetik anlamda, bir yandan da bilgilendirerek (yorum yaparak) ispatlayıcı anlamda davranabilir. Cana yakın ve düşmanca anlamlarda da ... Ve gelecekte, bu çeşit makinelere, hiç kuşkusuz yenileri eklenecektir. Hatta, belki de zamanla, bu makine, günlük gazetelerdeki köşe yazarının, röportaj muhabirinin yerini alacaktır. Bir arabayı kullanabilecektir. Ama bu son olasılıkla dahi, gitmek istediğiniz adresi ona bildirmeniz gerekecektir. Sonuç olarak, bu makinenin, temel bilgilere (kavramlara), ayrıca da bir buyruklar şeceresine ihtiyacı vardır.

Saf "dolaysız sinema" yönetmenleri, kamera koltuklarının altında, istedikleri kadar halkın arasına karışıp soruşturmalarını filme çeksinIer, bu hiçbir şeyi değiştiremez. Çünkü söz konusu yönetmenlerin, sinemaya bir yön verebilmeleri için bir fikir, bir  [sf. 50] tavır almaları gerek. Yoksa kameraları eylemsiz ve ölgün kalacaktır. Nasıl ki, insanüstü belleğine ve milyonlarca malumatına rağmen, dünyanın en güçlü hesap makinesi programlanmayınca eylemsiz ve ölgün kalırsa ...

(Özgür Gündem, 2 Ekim 1992)

Duhuldeki Deney'den

[1] Defter 14'te Mustafa Irgat'ın Get Lan yazısı bulunmaktadır. Bu yazı Duhuldeki Deney'de bulunabilir.


Görsel Antonioni'nin kısa filmi Superstizione'den (Hurafe) olup yazının aslında bulunmamaktadır, tarafımızdan eklenmiştir. izle.

Esprits Nomades'ın Mustafa Irgat Sayfası

Gil Pressnitzer'in editörü olduğu Esprits Nomades (Göçebe Ruhlar) Fransa'da yabancı sanatçıları tanıtmayı amaçlayan devasa bir ansiklopedi. İzzet Yasar da Mustafa Irgat'ı tanıtmış.

sayfa için tıklayınız.



At Gözü'nün Fransızca çevirisi


Œil de cheval

Sermet Cagan

La folie est ma chair et mon os.
Avec les nerfs de mon cerveau trempé depuis longtemps dans la mort
je remue mon image dans le bol.
Et si nous regardions mes souliers dans lesquels je vois du sang quand je me réveille?

L'Œil du cheval est mon empire.
Mes oreilles peuvent devenir yeux et aussi mains doigts par doigts.
Quand la poussière et le vent lèchent ma peau distillée
Entends! Je suis un homme fait de pluie et d'écume.

La politique est ma chair et mon os.
Sans raison j'ai passé toute mon enfance à enterrer les croix gammées.
A moi convient de tresser les cheveux de fille tombés dans mes bras invalides.

L'Œil du cheval est mon empire.
Je me soulève en haut comme si j'entrais sous un cercueil.
Ces trois "toutashkonz"-là arrachent mes sept vies de huit saisons.
C'est à ce moment que je deviens les autres inachevés de tous les jours.

Essai de traduction: Izzet Yasar

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Hayriye Ünal'ın ''Aitsiz bir Mustafa - Mustafa Irgat'' yazısı

HAYRİYE ÜNAL
AİTSİZ BİR MUSTAFA - MUSTAFA IRGAT
Takip Mesafesi’nde ilk kez vefat etmiş bir şair yer alıyor. Mustafa Irgat (D.1950-Ö.1995). Bu kitabı özellikle tercih edişimin kitabın adıyla ilgisi var. Addaki o sözcük “ait’siz”. Bu sözcükle kurduğum yakınlığın verdiği peşin yargıyla açıyorum kitabın kapağını. Şaire teslim olan bir eleştirmen değilim. Ona ait sözcüklerle konuşmayacağım. Ancak eleştirimi metnin kurgusu üzerine yoğunlaştıracağım ve bunun zorunlu sonucu olarak başka alanlardaki düşünürlerden yararlanacağım; çünkü Mustafa Irgat’ın şiirleri, eleştirilerimde her zaman kullandığım “analitik okuma”ya yanıt vermeyecek türde bir tikellikler toplamı olarak var oluyor. Buna ölmüş olduğu için sadece metniyle süren bir konuşması olduğunu eklersek elimizdeki metin şairi de tamamıyla temsil etmeyi üstleniyor. “Ölüm, insanın en belirgin yokluğudur ve bu nedenle de yazı, ölüleri konuşturmanın en iyi yoludur.”[i] Onu konuşturmak veya onun yerine konuşmak değil amacım; aitsizliğini benimsiyor ve bu aitsizliğin şiirle ifadelendirilmesini çok önemsiyorum. Aitsizliğin bir dili var mıdır sahiden? Dilin sadakatsizliğine inanarak yine de o dille bir şeyi ortaya koymak nasıl bir imkânsızın kıyısında olmaktır? Irgat’ın, sınırlı sayıdaki söyleşilerinde bulunan bazı veriler de kendi metnine yaklaşımının bu olduğuna dair bir ipucu teşkil ediyor. Hemen bir örnekle açayım bunu.
Yavuz Tanyeli’nin sorusu çok önemli: “Arızalı sanat ile, sonsuzluk arasındaki bağlantısızlık, bir artık-enerji midir?”[ii] Soru arızayı, hatayı, yanılgıyı dünyevî olanın merkezine koyarak şiirin sonsuzlukla mistifiye edilmesini de sorguluyor. Fakat Irgat soruyu doğrudan yanıtlamaktan kaçınıyor. Udî Hırant Bey’in “Hastayım - -  yaşıyorum” şarkısını öne sürüyor bu yanıtta. Ve şiirinde geçen “Ben yüküyüm yeryüzünün” (s.68) Bu veriler yeterli benim için.
Aitsizliğin konuşulmaya değer bir boyutu melankoliyle yakından ilişkili oluşudur. Melankoli için Cioran “bu dünyaya ait olunmadığı duygusu” der. Bu “devasız bir sürgün ihsası”dır. Irgat o sınırda melodrama hiç yanaşmadan melankolinin dibine inmiştir. Aidiyetin ortadan kaldırdığı şey melankoli. Bu dünyada avunabilmeyi sağlayan en etkili uyuşturucu ise aidiyet, aidiyetin kendisine bulduğu sıcak yuva semiyotiğin en bilindik kalıplarıdır. Aidiyet; dilde yerleşir. Aidiyet; simgelerin ve göstergelerin yığıldığı yerlerde insanların bu dünyaya katlanmalarını sağlar. Bu katlanma birçok düzeyde insanı etiksizleştiren, soysuzlaştıran şeydir. Irgat yukarıda bahsi geçen sorunun yanıtında “karasevda”dan, “eksik beyin”den ve “psikotik söylem”den söz ediyor.
“Karasevda güneşi”; dilin melodrama yaklaşan her anına ışık düşürür. Ama o siyah bir ışıktır. Melodram başkasıyla ilişkinin başladığı-sürdüğü-üzdüğü-bittiği bir dünya içerisinde döner. İnsanlarası bir teselli ve kurtuluşun olabileceği imkânı üstüne kurulur. Melodram avunamayan birinin avunma arzusunu dışarı vurur. Kopuşla bile olsa aitliğin altını çizer. Melankoli ise başkalarının avutamayacağı, hiçkimsenin avutamayacağı bir yaratılışın köklü acısıdır. Aitsizin acısıdır. Karl Jaspers: “En son cevapları bulmuş olan artık ötekiyle konuşmaz” diyor. Cevapları bulmuş olan demek burada aslında cevabını bulunduğu zeminde/dünyada alamayacağını bilen de demektir bazen. Mustafa Irgat, sade bir öngörüyle insanların birbirleriyle hiçbir anlamda ortak olamayacaklarına kanaat getirmiştir.[iii] Şiirleri işte tam bu nedenle bir cevap aramayan, bu nedenle en baştan ilişkiye girmeyen şiirlerdir. Monad şiir diyebiliriz bu şiire. Kapıyı zorlayalım. Bir kapı icat etmemiz gerekiyor bunun için önce; çünkü monadların kapısı olmaz.
Oda ve mezarı birbirine karıştıran az sayıda şair var Türk şiirinde. Irgat’ı dikkatime sunan şey öncelikle bu (“burada karışmışsa oda mezarla ve sarılmışsa soluklar birbirine”). O ölmeden mezara girenlerden biri. “Bir efsane” olan “ben”ini kurmaya tenezzül etmeyişinin akla yakın ikinci sebebi bu olmalı. Kuramayış da olabilir; çünkü ötekinden gelecek teselliyi yoksaymış. Oysa ötekinin bedeni “ister dingin, ister hareket halinde olsun, (…) rengârenk bir trafik lambasıdır.”[iv] Buna inanabilirsek şayet.   
Kapakta Mithat Şen’in bir resminin olması benim “kendini kuramayış” fikrimi destekliyor. Mithat Şen’in görsellerinde de kurulamamak, kasıtlı kurulmamak söz konusudur. Bunun için Şen’in görselleri ile Irgat’ın dili arasında rahatça bakışımlılık olduğunu varsayabiliriz. “[K]orunaklılığı garip bir biçimde tekinsizleştirir Mithat Şen; bunu, imgesine yeni içerikler ekleyerek ve benzeşim ilkesini – modernizm sonrası imgelerin yapmaya çalıştığı üzere – şaşırtarak ve kendine yabancılaştırarak yapacağına, imgesini – bedeni – kendi gövdesinden bile yoksun bırakarak ve gövdesizliğe öykünerek yapar.”[v]
Irgat’ın şiirlerindeki “hasta ben” bir dili olanın bir şeye bağlanmaya başlayacağını ve bağlandıkça da gövdeleşeceğini bilir durur. Dil, çünkü, varlığın evidir ya, şu derin Alman’ın derin bulgusuyla. Oysa “gayb olsun bazen şu dilin mahzenleri” ister Irgat. Gövdesi istenmediğine göre gölgesi bile olmamalıdır insanın. Libido hiç devşirilmemelidir. Epsilon’u sezdirmek sıfıra yaklaşmaktır. Böylesi bir bakışla bir şiir kurma arzusu olası değildir. Irgat, şiirini kurmamak üzere yazmış, inşadan kaçarak, ifşaat veya itirafı da yeğlememiştir. Bunda karşısında yazgısına eşlik edebilecek bir muhatap görmüyor oluşu da etkilidir şüphesiz. Göremiyordu belki. Belki sahiden yoktu. Semih Kaplanoğlu’nun tanıklığına başvuralım: “Mustafa çok acılı bir hayat sürdü ve kendini bitiresiye yaşadı”[vi]Bu evre, insanî açıdan, zordur. Her türden zemin kaymaya başlar. “Yazı, yaşam ve an kaçtıklarında bir kalıntı olarak ortaya çıkmaktadır.”[vii]
Bir kalıntı olarak şiir bu kitapta nükseden bir hastalığın belirtisi. Bu hastalık bu kez aitsizliktir. Göçebe bir ruhun geçtiği yerlere bıraktığı işaretlerden ibaret bir şiir. Bir yere, bir topluluğa, bir fikre ait olmayan birinin bir fail olarak kurulması imkansız diyebilir miyiz? Ne bir suçtan uzak durma çabası, ne de suç arzusu. Arzu bu şiirde yönelememiş olarak kalır. Birikintidir arzu. Bu yüzden yüzeyi sürekli koyulaşır ve bulanır. Hiçbir “sen”le diyaloga girmez Irgat. Bir kişiye duyurmayı istediği bir gerçeği, can acısıyla başka herhangi biri duysun diye bir sesi, bir acıyı, bir deneyimi şiirleştirme gayreti yoktur. Onun tek gerçeği “ ‘o’ olan ölü” (s.55)dür. Kendisini bir “ben” olarak değil bir “o” olarak görebilmesi, sonrayı / sonu görebilme yetisi ile ilgilidir. Yaşam ve an sürekli kaçırılmakta, bellek bunu şiire belirgin sınırlar çizmeden çentiklemektedir. Onun kitabı mezar kitabesidir, kendisinin tümlemediği. Orada sadece “o”nun hikâyesi yer alır. Birileriyle yaşadığı bir maceranın, bir etkileşimin, bir ilişkinin, bir kopuşun vb. hikâyesi değil. O olan ölü, aynı zamanda kendisiyle arasındaki aşılmaz mesafeyi de gösterir. Irgat, kendine dokunamamaktadır. Zenon paradoksundaki mesafe gibi kendisiyle “o”nun arasındaki mesafe kapanmaz. Epsilon bu defa da  “Nefsin sünmüş maskesi”dir, minimize edilmiş bir nefsin.
Dünyada herhangi bir şey – bir kitap, bir anıt, bir nesne - tarafından temsil edilmektense mezartaşında bir üçüncü şahıs olmayı yeğlediğini anlıyoruz. Henüz yaşarken gördüğü o son, şiirde yaşamı kapatmayı ve yüksek entropik durumu getirmiştir: Ötekine dokunmak imkansızdır. Bunun Irgat’ın yaşam deneyimlerini kapsadığını iddia etmiyorum, ne münasebet; yalnızca şiirde ifadesini bulan deneyimin bu imkânsızlığın farkında kalarak yaratıldığını iddia ediyorum. Bu şiir yekpare bir deneyimden ibarettir ve bu insanın dokunulmazlığı üstünedir. Yüksek entropi Irgat’ın ben’ini içeriden kitlemiştir. Bütünde –mesela mevcut Ş i i r kavramında, bunun ifade ettiği büyük T i n de- bir yer kaplama, bir kimlik oluşturma isteğini en başta ketlemiştir; çünkü Kimlik aitsizdir. Onu en ufak bir yönelme –başkasına yönelme- aitlik tehlikesiyle karşı karşıya getirir. Bunun için şiirinde en küçük yönelme belirtisini karartarak görünmezleştirir. 
“Bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi,
Öfkemi bağırıyorum baskın getirilmiş işbu sevinçte,
Fakirlik içre öğreniyorum o gidilmesi gereken yeri.” (s. 63)
Merkezden kaçmıştır bir kerre (“Merkezden kaçtın bir kerre” s. 40)
–İzzet Yasar’la birlikte- Irgat’ın Ece Ayhan’ı anonimleştirdiği iddiaları var.[viii] Anonimleşme ve anonimleştirme önemli bir konu, ayrıca bu şairler dışında da tartışılmalı. Ancak Ece Ayhan’ın şiirlerinde yönelme baskındır. Ece Ayhan aidiyetini vurgulamasa bile, uyruk yaratmıştır, yani başkalarını kendisine ait kılmıştır. Kamburun, zayıfın, delinin ait olduğu bir şiir yaratmıştır. Irgat’ın dünyasında ise kendini bir şeye yurt edecek genişlik duygusu bulunmamaktadır. Muhtemel kabul gören şairleri “Majör şairler” (s.89) diyerek kendisinden dikkatle ayırır. “Onların gördüğü manzara beni korkutuyor” (s. 68)
Ece Ayhan, düşük de olsa nitelik vurgusu yapan bir şiire sahipti. Hatta “düşük” vasıfları ile diğerlerinden ayrılan insan kümeleri onun şiirinin karakteristiğiydi. Heterodoksisi ile yine de bir aidiyet kesbediyordu. Irgat’ın şiirinde kendisi dışında bir insanı tavsif eden bir özellik bulamayız. Temsil etmeyen ve temsil edilemeyen olmuştur. Onun şiirlerinde niteliksiz bir insanın belli belirsiz silüetini seçeriz.   
“Ne güçlü sarmışlar paçavralarla beni!
Üstümü başımı herkesler olayım diye ıssıza nakışlamışlar.” (s.68)
Onun üretmesinin önkoşulu gibidir bu bulanık nitelik, belirsizlik. “Yalnızca niteliksiz adam, kendine ait bir şeyi ya da özelliği olmayan bir varlık, öznesiz bir özne (kendinden yoksun, kendinden sürgün, kendinden olmuş bir özne) gerçekten üretken olabilir.”[ix] Irgat, bilinen anlamda bir öz / mânâ duygusundan yoksundur. Bir azlık, eksiklik, yetersizlik anlamında söylemiyorum bunu; dilin müstakil varlığını hissedebilmeye yönelik bir önlem olabilecek şeyden söz ediyorum. Böylelikle şiirlerini de sözcük düzeyinde muhtelif kılıyor. Fakat hiçbir şiiri diğerinden ayıracak bir ihtilafa meydan vermiyor.  “[H]addeden çekilip ateşe atılan bir yağmur altında cenahsız” (s.32) –cenahsız çünkü yönelmiyordu-, özgür fakat çıkış’ı aramayan, benliklerinden feragat etmiş parçacıkların poetikasıdır bu poetika.


[i] Florence Dupont, Edebiyatın Yaratılışı, çev. Necmettin Sevil (İstanbul: Ayrıntı y.,2001), s.312.
[ii] Mustafa Irgat, Ait’siz Kimlik Kitabı içinde Atış Serbest Bir Soruşturma” (İstanbul: YKY, 1994). Irgat’ın tek şiir kitabı olan Ait’siz Kimlik Kitabı sonunda iki söyleşi yer alıyor. Bu yazının içinde sayfa numaraları ile birlikte verilen alıntılar bu kitaptandır. Irgat hakkında çeşitli kaynakçaların da sunulduğu sivil bir weblog: http://mustafairgat.blogspot.com Buradan şair hakkında diğer yazıların künyesine ulaşılabilir.
[iii] Kitap sonundaki “melez yanıt”ta “Özel mülkiyet ilişkilerinin egemen olduğu bir düzende, insan kardeşlerin ortak oldukları tek şey (“proce”) ana karnıdır, gibime geliyor” (s.83).
[iv] Ortega y Gasset, İnsan ve “Herkes”, çev. Neyire Gül Işık (İstanbul: Metis y., 2. bas. 1999), s.101.
[v] Zeynep Sayın, Mithat Şen ve Bedenyazısı (İstanbul: Kaknüs y., 1999), s.47.
[vii] Dupont, a.g.e., s.313.
[viii] Bülent Keçeli, Karagöz’de bahsetmiş. “Çağrılmayan Kuşak”, sayı 9. Sinan Ulakcı, “Şiiri Anonimleştirmek”, Ücra, sayı 38. Irgat’ın Ece Ayhan’la ilgisi sıklıkla yazılıp çizilmiş. Buna derinlemesine girmek istemiyorum bu yazıda. Ücra dergisine verdiği bir yanıtta İlhan Berk “biri varıyazarken, o yoku kazar” demiş (“İlhan Berk ile Sorgusual’siz”, atölye 18, Ekim- 2004) Benim için de bu ilişkiye dair nihai cümle budur.
[ix] Philippe Lacoue-Labarthe’den akt. Sayın, a.g.e., s.51.

Hece Dergisi 173, Takip Mesafesinden, (Murat Üstübal'a teşekkürler).